Bu makalede, Sühreverdî’nin Ḥikmetü’l-İşrâḳ kitabında mâhiyetin/özün asaleti düşüncesini ispatlamak için ortaya koyduğu kanıtlar, Kutbüddin-i Şîrâzî ve Şemsüddîn Şehrȗzî’nin yorumları da dikkate alınarak incelenmiş ve Molla Sadrâ’nın Ḥikmetü’l-İşrâḳ kitabına yazdığı talikât çerçevesinde dile getirdiği eleştiriler ele alınmaya çalışılmıştır. İbn Sînâ, Aristotelesçi varlık ve mahiyet ayrımını son sınırlarına kadar geliştirmiş ve bu ayrımı İslâm felsefesinin ana konuları arasına katmıştır. Sühreverdî, İbn Sînâ’ya yaptığı itirazlarla meseleyi birincil tartışmalı konular kategorisine çıkartmış; Molla Sadrâ ise Ḥikmetü’l-İşrâḳ kitabına yazdığı talikâtta Sühreverdî’nin bazı eleştirilerine cevap vermiş ve tartışmanın İbn Sînâ lehine dönmesinde etki sahibi olmuştur. Özellikle varlık ve mahiyetten hangisinin asalet sahibi olduğu fikri net bir şekilde Mîr Dâmâd ve öğrencisi Molla Sadrâ tarafından ortaya konmuş ve sonraki dönemlerde tartışma bu çizgide devam etmiştir.
Sühreverdî ve şârihleri İşrâkî sistemi inşa ederken Meşşâî felsefeyi birçok açıdan eleştirmiştir. Bu eleştirilerin İslâm felsefesinin gelişmesinde çok önemli katkıları olduğu aşikârdır. Bunun yanında Sühreverdî, yeni bir sistem kurduğunu iddia etmiş olsa da İşrâkîliğin Meşşâî alt yapıyı kullandığı ortadadır. Örneğin Meşşâî felsefedeki varlık mahiyet tartışması İşrâkîlikte dikey ve yatay nûrlar öğretisine dönüşmüştür. Sühreverdî, varlık kavramı yerine nûr kavramını koymuş, varlık mahiyet ayrımının sadece zihinsel bir ayrım olduğunu kabul etmiş ve dış dünyada asaletin mahiyetlere ait olduğunu iddia etmiştir. Buna göre varlık kavramı, dış dünyada karşılığı olmayan zihinsel tümel kavramlardan birisidir. Ayrıca yine bu kavram, Meşşâîler tarafından cisimleri de içine alacak genişlikte kullanıldığına göre metafizik hakikatleri ortaya koyamayacak kadar gerçeklikten uzak bir kavramdır. Çünkü Tanrı, nûr ve melek gibi metafizik varlıklar cisimler gibi karanlık nesnelerle aynı payda altında toplanamazlar. Sühreverdî ve şârihleri, varlığın asaletinin kabul edilmesi durumunda vacip ve mümkün ayrımının anlamsızlaşacağını, mümkün mevcutların varlığından bahsetmenin aslında mevcudun tekrar hâsıl olması anlamına geleceğini ve teselsüle düşülmeksizin mümkünlerin mevcut olamayacağını ileri sürmüştür.
Molla Sadrâ’nın Sühreverdî’ye yönelik eleştirilerinin İslâm felsefesine önemli katkıları olmuştur. Ona göre, “varlığın dış dünyada karşılığı olmayan zihinsel bir kavram olduğu” iddiası, varlığın hakikatini kavrayamamaktan kaynaklanır. Sühreverdî’nin varlık kavramının özel konumuna dikkat etmeksizin onu, dış dünyada karşılığı olmayan diğer tümel kavramlarla karıştırması, aslında aynı
F. YİĞİT / Mullā Sadrā’s Criticism of Suhrawardī in Context of the Distinction Between Being and
Quiddity | 553
Amasya Theology Journal, 15 (December 2020): 549-578
değerlendirmenin nûr kavramı için de yapılabileceğini görememesine neden olmuştur. Hâlbuki dış dünyayı var kılan varlığın, hakikati yönünden herhangi özel bir mahiyete sahip olmaması gerekir ki böylece bütün diğer mahiyetlere gerçeklik kazandırabilsin.
Molla Sadrâ, varlığın asaletini kabul durumunda vacip mümkün varlık ayrımının ortadan kalkacağı iddiasının varlığın teşkîki yapısını anlayamamaktan kaynaklandığını ileri sürmüştür. Yani ona göre, varlığın nihai gerçeklik olması onun zuhur ve sudûrunun farklı seviye ve mertebelerde gerçekleşmesine engel değildir. İşte mümkün mevcutlar bu mertebeli varoluş seviyelerini ifade ederler. Bir mevcudun varlığı ne kadar güçlü, şiddetli, zengin, önce ve mükemmel ise onun imkân yönü yani mahiyeti de o miktarda azalır.
Sadrâ’ya göre mahiyetler özdeşlikleri cihetinden varlık ve yoklukla nitelenemezler. Dış dünyadaki zuhurları yönünden ise mahiyetler, varlığa bağlı olarak ancak ortaya çıkabilirler. Bu anlamda mahiyetlerin kendilerine ait ontolojik bir statüsü yoktur. Bu kabul, varlığın tekrar tahsili ve teselsülün ortaya çıkma iddialarını geçersiz kılar. Sadrâ’ya göre, “varlığın asaletinin kabulü durumunda varlığın varlığı ve onun da başka bir varlığı gerektireceği yönündeki” iddia, varlığın kendisinin başka bir şeye ihtiyaç duymayacak biçimde kendi başına kâim olduğunu anlamamaktan neşet eder. Zihinde gerçekleşen teselsülün kesilmesi için ise herhangi bir noktada zihinsel itibarın sona erdirilmesi yeterlidir. Kısacası Sadrâ’ya göre tek bir varlık vardır ki o da varlığı kendinden ve zorunlu olandır. Mümkünler ise Zorunlu Varlık’ın zuhur ve sudûrunun bir sonucu olarak bağıl durum ve hallerden başka bir şey değildir. Şu hâlde varlık asıl, mahiyetler ise varlığa bağlı görece durumlardır.
In this article, Suhrawardi’s evidences to prove the idea of essence
nobility in his Ḥikmat al-Ishrāq was examined by taking into account the
interpretations of Qutb al-Din al-Shīrāzī and Shams al-Din Shahrazūrī
and Sadra’s criticisms on the book was presented. Avicenna developed
the Aristotelian distinction of being and quiddity to its final limits and
included this distinction among the main topics of Islamic philosophy.
Suhrawardi, with his objections to Avicenna, took the issue into the
category of primary controversial issues, on the other hand Mullā Ṣadrā
responded to some criticisms of Suhrawardī in his talikāt that had an
effect in turning the discussion in favor of Avicenna. Especially the
problem of whether being or quiddity has the primacy was clearly put
forward by Mīr Dāmād and his student Mullā Ṣadrā, and the discussion
continued in this line.
Suhrawardī and his commentators have criticized the Peripatetic
(Mashshāʼī) philosophy in many ways, while forming the Ishrāqī
system. It is obvious that these criticisms made a very important
contribution to the development of Islamic philosophy. In addition,
although Suhrawardī claimed to have established a new system, it is
clear that the Ishrāqī community used the Peripatetic foundations. For
example, the debate on being and quiddity in the Peripatetic philosophy
has turned into the doctrine of the vertical and horizontal lights in
Ishrāqī philosophy. Suhrawardī replaced the concept of being with the
concept of light with accepting that the distinction between being and
quiddity is only a mental distinction and claimed that the primacy in the
external world belongs to the quiddity. Accordingly, the concept of
being is one of the mental universal concepts that have no external
reality. Furthermore, this concept is too far from having an external
reality to reveal metaphysical truths, since it is widely used by the
Peripatetic philosophers to include bodies. Because, metaphysical beings
such as God, light and angel cannot be grouped under the same
denominator with dark entities like bodies.
Suhrawardī and his commentators argued that if the primacy of being is
accepted, it would render the distinction between necessary being and
contingent being meaningless while talking about the existence of contingent beings would actually mean an infinite regress of contingent
beings.
Mullā Ṣadrā's criticisms of Suhrawardī had significant contribution to
Islamic philosophy. According to him, the claim of that “being is a
mental concept that has no external reality” originates from the inability
to grasp the truth of being. Because he confused it with other universal
concepts that have no external reality, the reason is that he did not pay
attention to the special position of the concept of being, that caused him
not to see that the same assessment can be made for the concept of light.
However, the being that creates the external world should not have any
special quiddity in terms of its truth so that it can give reality to all other
creatures.
Mullā Ṣadrā claimed that the idea of distinction between necessary
being and contingent being will disappear with the acceptance of being
nobility that derived from the inability to understand the modulated
structure of the being. In other words, according to him, existence of
being as the ultimate reality does not prevent its appearance and
emanation at different levels. So, the contingent beings express the level
of existence in a hierarchy. If existence of a being has strength, intensity,
wealth and perfection, its contingency decreases as much. According to
Ṣadrā, quiddities cannot be characterized by existence and non-existence
in terms of their identicalness. In terms of their appearance in the
external world, the quiddities can only emerge depending on being. In
this sense, the quiddities do not have an ontological status of their own.
This acceptance would invalidate the claims regard to an infinite regress
of regeneration of the contingent beings. According to Ṣadrā, the claim
that "in case of accepting the aṣālat of being, being would require
another being and it will require another one" originates from not
understanding that the being itself self-exists and not in need of
anything else to exist. In order to the infinite regress of being in the
mind, it is sufficient to end the mental reputation at any point. In sum,
according to Ṣadrā, there is only one being who’s its existence is in itself
and necessary. The contingents are nothing but dependent states and
results of the emanation from the Necessary Being. In this case, being is
the primary, and the quiddities are states dependent on the being.